Sarıyer Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece

Sarıyer Masaj Salonu Hizmeti  – Masör Ece

Sarıyer Masaj Salonu  ne denli seversem seveyim, kurduÄŸu düşlerin, epey saçma sapan olduÄŸundan da kuÅŸkum yoktu. Ertesi gün Jacques geldi. Sınavını vermiÅŸti. Kendine duyduÄŸu güvenle, kabına sığamıyordu. Beni alıp tenis kortuna götürdü. Bir parti oynayalım mı dedi. Yendi beni. Sonrasında, üstünkörü bir özür diledi benden, yendiÄŸi için. Onu fazla ilgilendirmediÄŸimi biliyordum. Bir yandan derslerine çalışan, bir taraftan da tenis oynayan, partilere, danslara giden, modayı adım adım izleyen kızlardan hayranlıkla söz ettiÄŸini duymuÅŸtum. Ama bu tutumu beni hiç etkilemedi. Bir an için olsun, kötü tenis oynadığımdan piÅŸmanlık duymadım; bir an bile modası geçmiÅŸ pembe entarimden utanmak geçmedi aklımdan. Jacques’ın bana yeÄŸlediÄŸi öğrenci ekibindan çok daha deÄŸerliydim ben; günün birinde o da anlayacaktı bunu. Zor dönemi, bunalım çağını atlatmaya baÅŸlıyordum.

Sarıyer Masaj Salonu çocukluÄŸumu düşünüp ah-vah etmeyi bir yana bırakıp, geleceÄŸe döndüm. Gelecek, daha beni ürkütmeyecek kadar uzaktaydı ve daha ÅŸimdiden parlaklığı gözlerimi kamaÅŸtırıyordu. La Grilliere’de, bir yıl önce keÅŸfettiÄŸim gölcüğün kıyısındaki bir granitin üzerinde oturuyordum. Suya, bir deÄŸirmenin gölgesi yansıyor, ondan biraz ötede de bulutların yansısı titreÅŸiyordu. Gaston Boissier’in Arkeolojik Gezilerim okuyordum. Günün birinde Palatine Tepesi’ne çıkmayı kuruyordum. Göldeki bulutlar pembeleÅŸti. AyaÄŸa kalktım, ama canım bir türlü gitmek istemiyordu.

Sarıyer Masaj Salonu

Sarıyer Masaj Salonu fındık aÄŸacına dayandım. AkÅŸam rüzgârı aÄŸaçlan okÅŸuyor, bana doÄŸru uzanıp, beni de yalayıp geçiyordu. Kendimi rüzgârın tatlı hırçınlığına koyverdim. Yapraklar fısıldamaya baÅŸladılar. Ne dediklerini anlıyordum. Beni bir bekleyen vardı: Ben. Gün batisinin altın renklerine gömülmüş olan dünya dev gibi ve dost bir hayvan ÅŸeklinde ayağımın altında uzanmıştı sanki; gülümsedim kendi kendime. Yarın ölecek olan bu yeniyetmeye, yarın ölecek fakat tüm zaferi içinde taşıyarak yine dirilecek olan bu genç kıza gülümsedim. BaÅŸka aslabir dünya, hiçbir farklı yaÅŸam, bir baÅŸka dünyadaki aslabir an, o sırada yüreÄŸime doluÅŸan umutların bir tekini bile kapsayamazdı. Eylül sonunda, kardeÅŸimle beni Meulan’a çağırdılar. Orada, Poupette’in en iyi arkadaşı olan kızların evi vardı. AnneMarie Gendron, hali vakti yerinde, birbirleriyle iyi kaynaÅŸmış kalabalık bir ailenin kızıydı.

Evde ne bir kavga duyulur, ne kimse bir defa olsun sesini yükseltirdi. Hepimiz birbirine gülümser, hepimiz birbirinin üzerine titrerdi. Anısı iyiden iyiye aklımdan silinmiÅŸ olan cennette buluverdim sanki kendimi. Anne- Marie’nin adam kardeÅŸleri, bizi Seine’de sandalla gezdirdiler; yirmi yaÅŸlarındaki ablası otomobille Vernon’a gezmeye götürdü. Nehrin kıyısındaki yoldan gittik. Çevrenin güzelliÄŸi beni büyülemiÅŸti; ondan da öte Anne-Marie’nin ablası Clotilde’e hayran olmuÅŸtum. Clotilde, o akÅŸam odasına çağırdı beni, uzun uzadıya konuÅŸtuk. Bütün sınavlarını vermiÅŸti. Birazcık kitap okuyor; alabildiÄŸine piyano derslerine çalışıyordu. Bana, müzik sevgisinden söz etti. Madam Swetchine’in Mektuplar’ı üzerindeki görüşlerini açıkladı. Ailesini anlattı.

Masanın üzerinde bir yığın küçücük eÅŸya vardı. Kurdelelerle baÄŸlanmış deste deste mektuplar, defterler — belki özel günceler—, konser programlan, fotoÄŸraflar ve annesinin yaptığı, Clotilde’e on sekizinci yaÅŸ gününde mükafaat etmiÅŸ olduÄŸu bir suluboya resim, insanın salt kendine özgü bir geçmiÅŸi olmasının imrenilecek bir ÅŸey bulunduÄŸunu düşündüm. Hemen hemen bir kiÅŸiliÄŸe sahip olmak kadar imrenilecek bir ÅŸeydi bir geçmiÅŸe sahip olmak. Bana birkaç kitap verdi.